Madrid’teki Reina Sofia Müzesinin salonlarını Aysel ile art arda dolaşıyoruz. Her zaman yaptığım gibi salona girince hızlı adımlarla önce tüm eserlere bakıyor, ilgimi çeken eser ile biraz daha fazla ilgileniyor, sonrasında ise salonun genellikle ortasına konmuş bir banka oturarak tüm salonun deneyimini anlamaya çalışıyorum. Her bir ayrı eserin ne anlattığına odaklanmak yerine müze küratörünün bana anlatmak istediklerine odaklanmayı seviyorum.

Sadece bir hafta önce Barcelona’da önce Picasso müzesini, birkaç gün sonra da Miró Müzesini ziyaret etmiştik. Reina Sofia Müzesi bu iki ressamın eserlerinin yanı sıra başta Dali olmak üzere farklı İspanyol ressamların eserlerini de sergilemesi sebebiyle bizim için mutlaka görülmesi gereken yerlerden birisi idi. “Mutlaka” bu cümlede vurgulu kelime. Yağmur altında bir saate yakın bilet sırası beklememizi başka türlü açıklayamıyorum. Gerçek bir sanat tutkusu. *

Bu tutku ile salondan salona koşarken geçmiş hafta bolca Picasso’ya ve Miró’ya maruz kalmanın etkilerini görmeye başladım. Girdiğim salonun duvarlarındaki resimler ile karşılaşır karşılaşmaz içimden bir ses, bana eser sahibinin adını fısıldıyordu. Bir adım, bir adım daha. “Ahaa! İşte bu kesin Dali!” Eserin yanındaki açıklamayı kontrol ediyorum. Vallahi bilmişim. Dali imiş. Bir adım, bir adım daha. Bu Miró. Bu da doğru…

Bu sanatçıların on binlerce eseri var. Çağlarının en üretken sanatçıları. Çok bilinen eserlerini herkes gibi bilmem mümkün de pek de bilinmeyen eserlerini başka sanatçılardan ayırt edebilmem şaşırtıcı. Bu müthiş yeteneğimi sergilemem lazım. Şimdi şov zamanı: “Ayseeeeeel!”

Bu yazı sadece ücretli üyelere özel

Ücretli üyelere özel tüm yazılara ve bu yazıya ulaşmak için şimdi abone olun ve hesabınızı ücretli aboneliğe yükseltin.

Hemen kayıt ol Bir hesabın var? Giriş Yap