İzmir’e taşınalı bir buçuk ay oldu. İşin ilk adımı ev eşyalarının fiziksel olarak taşınması ve yerleşilmesi bitti. İkinci adım ise kafamızın, alışkanlıklarımızın, ruhumuzun taşınması. İlki kadar kısa ve yorucu değil ama yeni alışkanlıklar, rutinler inşa etmek, yeni insanlarla, mekanlarla karşılaşmak, tanışmak ve tekrarlamak zaman alıyor. Hangi kasap, hangi market, hangi berber, hangi veteriner soruları mecburen ihtiyaç duyuldukça mecburen cevaplanıyorlar. Aldığınız cevaptan memnun kalırsanız tekrar gidiyorsunuz bu dükkanlara. Her tekrar gidiş, yeni bir “Merhaba, hayırlı işler”, “Sağ olun, hoş geldiniz” anı. Şu an içinde olduğumuz ikinci adımımız mekanlara ve insanlara alışma evresi.

Süreci kısaltmak ve bir an önce zihnen de taşınmak için yaptığım en önemli şey esnafla sohbet etmek. Nereden geldiğimizi, neden geldiğimizi kısaca anlatmak. Onları birazcık dinlemek. Biraz şakalaşmak ve hemen ardından isimlerini sormak. Berber Abdullah, kasap Tekin, peynirci Duygu, market görevlisi Dilek, balık çarşısında Mutlu ilk aklıma gelen isimler.

Sabah köpek gezdirirken karşılaştığımız iki köpekli, orta yaşlı beyefendi Kaan Bey. Yine bu yürüyüşte selamlaştığım iki hanım efendi var. Henüz adları yok, kod adları “şen dullar”. Alice ile oynamak isteyen siyah boxer var, ismi Gece. Boncuk ve İncik var mahallemizin sokak köpekleri. Erdal bey var, çapraz evde çok havlayan köpeğin sahibi. Sahilde, şezlonglarda yaşayan bir evsizimiz var, her yürüyüşte “günaydın” dediğim.

İki sokak yanda bir inşaat var, geçen hafta su basmanı atılan. İnşaatın hemen arkasında Perihan Apartmanı var, Aysel’e bak bu apartman Perran Kutman’ınmış diye şakasını yaptığım. Apartmanın önünde bir mandalina ağacı var, dün mandalina çaldığım. Hemen sahile doğru çıkınca fırın var. Yanında küçük bir market. Onun yanı yaşlı bakım evi. (Bu iki dükkânın el altından şeker hastası yaşlılara karbonhidrat sattığına eminim ama ispatlayamam.)

İnsan böyle böyle taşınıyor. Tekrarla, rutinlerle, alışkanlıklarla. Ne kadar çok karşılaşırsa, o kadar tanıdık, o kadar ait hissediyor. Aynı berbere, aynı kasaba, aynı bakkala gidiyor. Her deneyiminde, her ziyaretinde memnun kalıyor. Duygu’ya, Mutlu’ya, Tekin’e zamanla, tam olarak böyle güveniyor. Bu insanların onu hayal kırıklığına uğratmayacağına inanıyor.

Marka olmak da böyle bir şey. Başka markadan taşındığın, zamanla alıştığın, satın alırken düşünmediğin bir tekrarlar silsilesi. Seni hayal kırıklığına uğratmayacağına güvenme hissi marka olmak. Bu güven, markayla kurulan duygusal bağın temelini oluşturuyor. Zamanla inşa ediliyor. Marka işini yaptıkça güçleniyor, alışkanlık oluyor.

Şöyle marka olunur, böyle marka olunur aforizmaları bana bu yüzden boş bir lakırdı gibi geliyor. Marka bir yolculuk, bir durak değil. Sadece stratejik kararlarla, iletişimsel taktiklerle, sosyal medya postları ya da TV reklamları ile marka olunmaz. Satış yaparak, hizmet sunarak, vaatlerini gerçekleştirilerek marka olunur. İşe yarayarak, fayda üreterek marka olunur. Zordur, zaman alır. Ama her türlü reklam, pazarlama şamatasından daha çok işe yarar.

Bu sabah börek yerken İsmail ile tanıştım.
Börekçideki garson arkadaş İsmail, rahmetli babamın adı.
Ürünler taze idi. Ortam fena değil.
Çay, tabağa taşmış olarak geliyor.
Sanırım yarın tekrar gideceğim börekçiye.
İsmail’e iki boyoz, iki yumurta, bir çay söyleyeceğim…

Yazıyı paylaş