Dertlerim, dertlerimiz…
Bir pazar gününden merhabalar
Size bu hafta sonu türlü türlü dertler, geri bildirimler ve değerlendirmelerle geldim.
Dert no:1
Üretim konusunda sıkıntılar yaşıyorum. Her hafta Buraksu.com, Theexectuves.net için mutlaka 3 ve üzeri içerik üretiyorum. Son zamanlarda harici yayınlar için de ara ara yazı kaleme alıyorum. Ara ara sosyal medya özelinde küçük içerikler yayınlıyorum.
Ama bazen mevcut işlerden, bazen doğru planlama yapamamaktan kendime koyduğum hedefleri tutturamıyorum. Hedef derken atla deve değil. Bir TikTok yazısına başladım mesela. Yarın dedim üç gün sonra bitti. Daha da kötüsü aradaki geçen sürede yazı derinleşti, büyüdü ve seriye döndü. Böyle olmasının sebebi benim içeriğin kalitesine, anlaşılabilir olmasına ve faydasına biraz takılıyor olmam. Araya bir iş seyahati girdi. Beklemediğim birkaç toplantı. Sonuç geciktim.
Bu tarz sebeplerden dolayı sadece düzenli yazdığım yazılar değil, kitap da yerinde sayıyor. İlk taslak kabaca bitmiş olsa da neredeyse 6 aydır devamına zaman bulamıyorum. Belki de fazla titizleniyorum, bilmiyorum. Ama özetle bitmiyor o da. Gecikiyor.
Böyle durumlarda kendime biraz sert davranıyorum. Kendime verdiğim sözlerimi tutamamaktan dolayı azıcık beceriksiz hissediyorum. Azıcık mızıldanma, söylenme, sonra hadi deyip bir daha masa başına geçme, yazma…
Buradaki verimlilik derdimi çözmek konusunda ilk aklıma gelen şey zamanı daha verimli kullanmak. Aşağıda telefon ekran sürem ile ilgili veriler var. Sosyal medya haftada 20 saat falan zaman almış. Çok. Çoğu da Twitter’da geçirilen süre.
Zaten Twitter’ın hali ortada. Keçiboynuzu yemek gibi artık kaliteli içeriğe ulaşmak. Harika insanlar var takip ettiğim, çoğu içeriğini görmüyorum bile. 1 hafta sonra falan aklıma geliyor “ne zamandır görmüyorum ne yapıyor acaba” diye, kendim profiline gidip bakıyorum. Ben ne anladım bu işten.
Elime telefon alınca da görüldüğü üzere direkt Twitter’ı kontrol etmeye alışmışım. Bakıp bakıp akışı yeniliyorum. Burada bir tedbir gerekli. Yazının finalinde görüşürüz. 🙂
Dert no:2
Bir içerik ne kadar fazla kişiye ulaşırsa bağlamından, anlamından o kadar çok şey yitiriyor. Bir yazar ya da içerik üreticisinin kendisi için de öyle. Burada bir karar vermek gerekli.
Eli yüzü düzgün bir linç ile 6 ay kadar önce Ramazan Bayramı tatilinde tanıştım. Tatilde oturdum hiç bölünmeden kitapla ilgili aralıksız çalıştım. Taslağı falan toparladım. Pazar akşamı da “insanın sevdiği bir şeyler için kimse istemeden çalışması ne güzel” gibi bir şeyler yazdım. Arkasından da “seni mutlu eden şey ne ise onu yapmalısın” minvalinde devam etmiş içimdeki gizli yaşam koçu. Üzerine bir de 9 günlük tatil sonrası işe dönmeyi falan karıştırınca tweet yürüdü.
Beni yakinen tanıyan, postalarıma abone olan ya da sosyal medyadan birazcık takip eden kimse buna takılmaz. Derdimi anlar. Ne demek istediğimi daha önce söylediklerimle eşleştirir, kafasında bir yere oturtur. Ama bu yakın iletişim çemberinin dışında bambaşka bir dünya var. Benim tweet bir milyona erişince gelen yorumlar bağlamın çok dışında olmaya başladı. Çalışanları köle sanmamdan, patron seviciliğe, kapitalizmin köpekliğinden, benimle çalışanların ne kadar şanssız olduğuna yüzlerce yorum ile karşılaştım. Üzerime onlarca Umut Sarıkaya karikatürü atıldı. 300.000 erişime kadar da sabırla kendimi anlatmaya çabaladım. Bir kısım yorum yazan beni anladı ama koca bir linç dalgası ezdi geçti. Baktım olmuyor sessize aldım. Sonrasında da elbette dersler çıkardım kendime.
Bir diğer linç bankalar ile ilgili paylaştığım TikTok reklamları sonrası geldi. O da alakasız şekilde milyonlara ulaşan bir tweet oldu. Bana gönüllü olarak işimi öğreten bir sürü insan çıktı. Birisi geldi bana TikTok’un algoritması olduğunu anlattı. Benim ucuz reklam görmemin sebebi ucuz içerik tüketmemmiş. Aydınlattı gitti sağ olsun. Tweet yürüdükçe ülkedeki kaportacıların, ustaların özel bankacılık müşterisi olduğunu, zenginlikten falan anlamadığımı öğrendim. İş bir noktada 7 yılda işletme bitirdiğim ve 5 matematik neti ile bu işlere kafamın basmadığına kadar geldi. 🙂
İnsan böyle zamanlarda bir düşünüyor. Ben neden böyle bir tweet attım. Ne gerek vardı. Kendi kendime ne güzel takılıyorum. Niye tanımadığım bir sürü insana yok yere kendimi anlatmak zorunda kalıyorum? Neden yok yere hakaret işitiyorum? Neden saçma sapan insanların zorbalıklarına katlanıyorum?
Neden? Çünkü daha fazla insana ulaşmak istiyorum. Neden? Çünkü daha fazla etki yaratmak istiyorum. “Ne kadar fazla insana, markaya, şirkete bildiklerimi, tecrübelerimi anlatırsam o kadar iyi” diye bir ön kabulum vardı. Üzerine düşününce yanıldığımı düşünüyorum. Etki yaratmak noktasında da gerçek bir fayda yaratabiliyor muyum şüpheliyim.
Yazmak ile ilgili motivasyonum %70 kendimi ifade etmek, %30 etki yaratmak diye oranlardım eskiden. Şimdi fark ediyorum ki bu denkleme koymadığım bir de anlaşılmak var. Faydalı olmak, bildiklerini aktarmak elbette güzel ama var oluşsal olarak da bir yandan insan anlaşılmak istiyor.
Meşhur bir tanrıdan alıntı yapmak istiyorum: “Ben gizli bir hazineydim. Bilinmek, tanınmak istedim.” Sanırım ben de böyle hissediyorum. Kibir ya da ego kaynaklı olarak yazmıyorum bu satırları. Sosyal bir varlık olmamızın, var oluşumuzun bir kusuru olarak bu duyguya hepimiz sahibiz sanırım. Etki yaratmak, erişmek, dokunmak güzel. Ama bir sınır çizmek lazım.
Anlaşılma konusu bir standart bir normal dağılıma benziyor benim açımdan. Yeşil alanlar konusunda bir sıkıntı var. Az erişim ve çok erişim arasında pembiş bir alanda optimum faydayı elde edebileceğimi düşünüyorum. Derdimi, bildiklerimi anlatacağım mecra seçimleri bu pembiş alanda kalmak için kıymetli.
Dert no:3
Yukarıdaki pembiş alanda olmak ile bitmiyor. Mecraların kendi dinamikleri de var. Twitter sağ olsun artık link paylaştığın anda tüm erişimi öldürüyor. Instagram zaten yapısal olarak yazı karşıtı. Linkedin için özel içerik yapmak biraz kasıntılığı beraberinde getiriyor. Mış gibi bir dünya var orada da. Geriye en rahat ettiğim, kurallara takılmadığım tek bir yer kalıyor. Kendi web sitem. Missss.
Orada da okuyucunun beklentileri ile ilgili dertlerim var. Ben istediğim gibi yazmak istiyorum. Biliyorum kimsenin vakti yok. 2 paragraf işle ilgili bir e-postayı bile okumak istemiyor kimse. Daha kısa içerikler olmalı belki de. Ama diğer yandan da benim okuyucudan bağımsız bir anlatı şeklim var. Bir akış şeklinde yazıyorum. Yazının bazen nereye gideceğini bilmiyorum. Okurkenki akıcılık buradan geliyor. Zihnimden geçenleri boşaltmak gibi bir şey yazmak.
Diğer yandan da geniş geniş oluyor. E-postada bu kadar geniş okuma yapmak istemiyor insanlar. Ama ben de istiyorum ki benim zihin akışımı görsünler. Noktaları nasıl birleştiriyorum anlasınlar. Yazıdaki bilgiyi değil bakış açısını anlasınlar. Bu da pek kısa olmuyor. Bu yazı gibi uzayıp gidiyor…
Daha kısa tespit, bilgi ya da yorum içeriklerim var. Onları da e-posta olarak atmak istemiyordum okuyucuya daha geniş geniş anlatabilmek için. Bu içerikleri Twitter’da, Linkedin de tüketiyordum. Orada da erişim dertleri başlıyor. Böyle kısa içerikler bir anda yürüyor ve kontrolden çıkıyor. Saçma bir hal alıyor. Can sıkıyor.
Diğer yandan da birini Linkedin’de ya da Twitter’da takip etmek ile ona abone olmak kesinlikle aynı şey değil. Birine abone olmak demek o kişinin boş boş e-postalar gönderemeyeceğine güvenmek demek. Güvenip, “bana her gün içerik atabilirsin” demek. Kim ne yapsın Twitter vb. mecralardaki takipçileri.
Bir kısım içeriği başka mecralarda yayınlayarak abonelere biraz ayıp ettiğimi düşünüyordum bir süredir. Diğer yandan da her gün yeni bir e-posta ile de bombardıman yapmak istemiyordum.
Bana ait, kendimi daha net ifade ettiğim mecralar ile diğer mecralar arasında bir karar vermek gerekti. Tahmin edeceğiniz şekilde hakim olduğum, ben olduğum mecraya daha fazla yazmaya karar verdim. Diğer mecraları sadece duyuru mecrası gibi kullanmak en iyisi şu an için.
Dert no:4
Mevcut içeriklere ek olarak ne zamandır dillendirdiğim ve okuyuculardan çok talep gelen video içerik ve podcast konusunu yukarıdaki dertler konusunda tekrar değerlendirdim. Beni tanımayan insanların karşısına çıkmaya hazır olmadığıma karar verdim. Özelikle Youtube konusu bir müddet daha bekleyecek.
Podcast konusunda farklı bir yol izleyebileceğimi düşünüyorum. Yazdıklarımla ilgilenen, benim konuşmak istediğim, oturup muhabbet edeceğimiz, birbirimizi besleyeceğimiz insanlar podcast tüketmeye daha açık bir kitle. Bu noktada podcast içerikleri gündemimde. Zaman bulabilir, verimlilik problemlerimi çözersem her an sürpriz yapabilirim. Bir şeyler yaparsam mutlaka duyarsınız. 🙂
Dert no:5
Buraksu.com abone verileri gördüğünüz gibi. Ocak ayında 2.500 kişiye ulaşacağım muhtemelen. 180 kişi de ücretli abone olacak tahminim. Kendi halinde büyüyor gördüğünüz gibi. Yeni ve daha geniş kitlelere gitmek yerine zaten bana güvenen, inanan insanlara daha fazla katma değerli şey sunmak istiyorum. Özellikle de ücretli abonelere kesinlikle daha fazla özel içerik sunmam gerekiyor. Bana inanmanın ötesine geçip, yazarlık maceramı desteklemiş insanlar. Site içerikleri de bu yönde değişmeli.
Aklımda yukarıdaki okuyucu dertlerini de çözmek adına iki içerik tipi var. İlki “Kısa” içerikler. 2 dakika altında, kolay okunan, tespit, yorum ve görüş içeren, daha iç görü odaklı içerikler. %100 ücretsiz ve mümkün olursa her gün e-posta olarak dağıtılacak. Twitter’a, Linkedin’e üretmek yerine bana güvenen insanlara özgün içerikler sunmak.
İkinci içerik tipi ise ücretli içerikler. Daha uzun, daha katma değeri yüksek içerikleri daha ilgili bir kitleye ulaştırmak niyetindeyim. Bu ücretli içerikler haftada en az bir, en fazla 3 adet olacak. Özel içerik serileri de bu içeriklerin bir parçası. Özel içerik serilerini tamamladıkça (örneğin 8 bölümlük bir seri bitince) bu serileri e-kitap haline getirmeyi planlıyorum. Sitedeki tüm e-kitap içerikleri ücretli aboneler için mutlaka erişilebilir olacak.
Herkesin erişebilmesi için de bir içerik penceresi oluşturuyorum. Yazdığım her içerik önce ücretli abonelere dağıtılacak. 2 ay sonra ücretsiz abonelerin e-postalarına düşecek. E-postalarında istedikleri zaman, Buraksu.com’da ise 1 aylığına ücretsiz erişebilecek okuyucular bu yazılara. Hiç bir ücret ödemeden istedikleri gibi okuyabilecekler. 1 ay sonunda bu içerikler arşivlenecek ve sadece ücretli abonelerin erişimine açılacak.
Böylelikle okuyucuyu daha az dert edecek, daha iyi içerik üretmeye odaklanabileceğim.
Dert no:6
Kroppa’da işler devam ediyor. Buna ek olarak bir sürü girişimciye mentorluk veriyorum. Bu tarz işler ajandamda geniş bir zaman kaplıyor ve yazmaya daha az zamanım kalıyordu. Bu konuda biraz hayır diyerek biraz alan açmam lazım kitaba. Böyle olmazsa kitap bitmeyecek. Her ne kadar anlatmayı, sohbet etmeyi, abilik etmeyi çok sevsem de burada bir kısa ara gerekli. Bir kaç adım geriye çekilip, daha fazla ne yapabilirime odaklanmam lazım. Bir de yakın dostlarımı azıcık ihmal ettim. Onlara zaman ayırmak istiyorum.
Aralarda bir kısım kararımı açık etsem de topluca burada not almak ve takipçisi olmak isterim.
Sosyal medya uygulamalarını telefondan kaldırıyorum. Bilgisayardan da login olmuyorum. Bu mecralarda sadece ürettiğim içerikleri paylaşacağım. Boş tartışmalara girmek yok. Günde 30 dakika altı gelen mesaj ve yorumlar kontrol edilebilir.
Buradan artan zaman yazıya ve okumaya aktarılacak. Akşam 18.00’den sonra zorda kalmadıkça yazı yazmak yok. Yazma işi gündüzün bir rutini olmalı, gecenin değil.
Mevcut okuyucular > potansiyel okuyucular. İçerik konusunda hassas olmaya devam. Yeni oran %60 kendini ifade etmek, %20 anlaşılmak, %20 etki ve fayda yaratmak.
Daha fazla ücretli içerik, daha çok katma değer.
Kitaba zaman ayrılacak. Bir şekil önceliklendirilecek ve bitirilecek.
Podcast konusunda özgün içerik oluşturulacak. Dar bir hedef kitleye, beni okuyan ve anlayan, değerli zamanının bir kısmını beni okumaya ayıran insanlar için hem Buraksu.com’da hem de podcast formatında özgün içerikler üretilecek.
2 dakikalık okumalar yani “Kısa”, sosyal medya içeriklerimin yerini alacak. Daha öz içerikler yazmak konusunda kendimi zorlayacağım. Bir şekil bunu yapmayı da öğreneceğim.
Yeni dostlar, destekçiler, okuyucular elde edilecek. Onların güvenine sadık olunacak.
Haftaya görüşmek üzere!