Discover more from Buraksu.com
İnsan kendini b*k gibi hisseder ve hissetmelidir de. B*ktanlığımız üzerine...
“Nasılsın?” diye sorsan ya “iyilik sağlık” ya da “bildiğin gibi abi, işler güçler” der. Halbuki yıldızların altında bir gece geçiren herkes bilir ki aslında b*k gibi hisseder.
Birlikte yıldızların altında 2 saat geçirdikten sonra söylediği ilk şey hala aklımda:
“Kendimi bok gibi hissediyorum.”
Gökçeada’daki ilk yılımız. Biz adayı yeni yeni tanıyoruz, bize gelen dostlarımız, sevdiklerimiz de.
Yaz günlerinin adadaki en önemli aktiviteleri denize girmek, güneşlenmek, dünya dertlerini rakı masasına meze yapmak...
Gökçeada küçük bir şehir ve ışık kaynağı çok az olduğu için ışık kirliliği yok denecek kadar az. O gece ay yoksa ya da henüz doğmamışsa, akşam yemeğinden sonra kamp sandalyelerini alıp yıldız seyretmeye gitmek nadir yaptığımız aktivitelerden birisi. Nadir olmasının yanında, eşsiz ve etkileyici bir deneyim. Milyarlarca yıldız, arada heyecan yaratan meteorlar ve sessiz izleyiciler...
Tepeköy’ün denize bakan sırtlarında, kamp sandalyesinin üzerinde geçirdiğimiz 2 saat sonunda, “Kendimi bok gibi hissediyorum.” cevabını, misafirimize sorduğum “ne hissediyorsun?” sorusuna cevaben aldım. “Ben de öyle” dediğimi hatırlıyorum.
“Bok gibi olmak”, saatlerce gökyüzüne bakıp yıldızları hafif bir şaşkınlıkla izlemenin ve sessizce kendinle baş başa kalmanın hissettirdiği şeylerden birisi. Uzay boşluğunda derinliğin kaybolması ve siyah bir tuval üzerinde iki boyutlu gibi gözüken, yanıp sönen küçük küçük noktalar.
İnsan, milyarlarca yıldızın ışığının hakikaten de yola benzer bir iz yarattığını fark edince önce biraz şaşırıyor. Sessizce fark edemediğin derinliğe baktıkça dönüştürücü bir an geliyor. Baktığının büyüklüğü ile senin küçüklüğünü kavradığın an...
Evrenin, galaksinin ya da dünyanın merkezinde olmadığını, evrenin sana ve seninle ilgili her şeye kayıtsız kaldığını idrak ettiğin bir an...
Anlam yüklediğin, inandığın her şey anlamsız...
Her şey, sen dahil önemsiz.
Başarı, mutluluk, hayat,
Fatura ödemeleri, çocuğun okulu,
Babanın hastalığı, her şey
O an önemsiz...
Bir an, ayağın kayıyor ve egon göt üstü oturuyor.
Sen ki bilmem nerenin müdürü,
Bilmem hangi projenin mimarı,
Bilmem ne kadar para kazanan,
Bilmem kimlerin kıymetlisi,
Bir anda hiçbir şey oluyorsun...
Bu yazıyı yazarken aklıma çocukken köyde ilk kez Samanyolu ile karşılaşmam, askeri lise kampının 3-5 nöbetini aydınlatan yıldızları ya da adanın yaz gecelerinde dostlarla sessizce altında oturduğumuz gökyüzü geliyor ve yine kendimi bok gibi hissediyorum...
Bu değersizlik, anlamsızlık ve önemsizlik hissi tıpkı ölüm gibi törpüleyici bir etki yapıyor hayatımda. “Fazla” bir yük gibi gelmeye başlıyor ilkin. Daha fazla arkadaş, daha fazla para, daha fazla proje, daha fazla eğlence, daha fazla mal mülk, daha fazla beğeni, daha fazla erişim, daha fazla tüketim yük gibi sırtıma yapışıyor. Eğer hiçbir şeyin anlamı yoksa neden herkes daha fazlası için tepinip duruyor?
Kendi değersizliğimde, başkalarının (herkesin) değersizliğini (sanki "Her kral kıçının üstüne oturur" sözünü Montaigne'den hiç duymamış gibi) tekrar keşfediyorum. Televizyon ekranlarından bana parmak sallayan adam da “benim fıstık gibi hayatım var” diyen sokak röportajcısı da sanat güneşimiz ya da minik serçemiz de kıçının üstüne oturmuyor mu? Şişkin egoları ile “küçük dağları ben yarattım” diye ortalarda gezen “very very important person”lar?
Belki de kendini pek mühim sanan tüm bu insanların ortak özelliği yıldızlarla hiç karşılaşmamaktır. Işıl ışıl şehirlerin yüksek katlı binaları arasından birkaç yıldızdan fazlasını görmemiş insanların dünyanın kendi etrafında döndüğünü sanmaları çok doğal değil mi?
Ya sen okuyucu? Sen de kendini pek bir kıymetli, pek bir gerekli mi hissedersin?
Ben tüm bu bok gibi his sayesinde ne eksik ne fazla, sadece var olmak ile ilgileniyorum.
Büyük anlamlar, küçük hesaplar peşinde koşmuyorum.
Kimseyi kırmamaya çalışıyorum, kimsenin de beni kırmasına izin vermiyorum.
Kaygısız değilim ama dünya dertlerine de pek takılmıyorum.
Dünyayı değiştiremeyeceğimi biliyorum ama suyu dalgalandırıp az da olsa etki yaratabileceğimi de biliyorum.
Hayat anlamsız, değersiz, ama kendi anlam dünyamı inşa etmek paha biçilmez.
Para ihtiyaç, ama lüks yaşamak değil.
Elbette ki beğenilmeye, takdir edilmeye, onaylanmaya ihtiyacım var ama kitlelerin bunu yapmasına değil.
Yaşamı çok seviyorum, ölümü de bir o kadar.
Kafasını gecenin karanlığında göğe kaldırıp, yıldızların altında kendi ile sessizce birkaç saat zaman geçirebilen herkes bilir ki, insan kendini “bok gibi” hisseder. O an “nasılsın?” diye sorsan, “bok gibi hissediyorum” demez, öyle olduğu için değil ama öyle demesi gerektiği için “iyi abi, çok güzel” der.
Halbuki, sadece yıldızlı gecelerin altında değil, her zaman ve her yerde nasılsın sorusunun cevabı aynıdır: “Yuvarlanıp gidiyoruz!”
Tıpkı dünyanın, güneşin ve tüm yıldızların yoklukta yuvarlanıp giden var oluşları gibi...
Subscribe to Buraksu.com
Kendimi yazarak ifade etmeye çalışıyorum. Hemen hemen her gün yazıyorum. Bazen pazarlama, bazen teknoloji, bazense yaşadığım bir olay yazılarımın konusu oluyor. Hadi gel, sen de yazma yolculuğumun bir parçası ol!
Zamanında Avrupalı bir direktörüm (bir Türk'ün tavsiye edeceği şey değil), o "very very important" insanlara şirkette kızdığım zaman, tuvalette onları s*çarken hayal etmemi tavsiye etmişti. Hala bu taktiği kullanırım, onların da günü sonunda etten kemikten insan olduğunu hatırlamak için. Sizin kıçının üstüne oturma tabirinizin bir üst seviyesi :D
Tozları ev temiz gözüksün diye halının altına süpürür gibi, çözülmeden üstünü kapadığımız hayal kırıklıklarımız ve üzüntülerimiz yüzünden biri "iyi misin" diye sorduğunda adetten "iyiyim" diye cevaplıyor, ama bırakın evreni bir galaksinin bile ne kadar küçük bir parçası olduğumuzla yüzleştiğimizde b*k gibi hissediyoruz sanırım.