Aydınoğulları Beyliği’nin başkenti Birgi’de doğmuş rahmetli.
Dört kardeşin en büyüğü. Bir kardeşi bahçedeki odun ateşinden yanmış ölmüş.
İki kız kardeş sağlam.
Kendi, çocuk felci geçirmiş, bir ayağı topal.
1950’lerin köy hayatı. Herkes, büyük küçük fark etmeksizin tarla, bağ ya da bahçe işlerinin gönüllü emekçisi. İmkanlar kısıtlı. Eğitim dediğin tüm sınıfların bir arada olduğu yıkık dökük bir köy okulu.
Yakalamacanın en yavaş ebesi, saklambacın en çok sobeleneni, top oyunlarının zorunlu izleyicisi Topal İsmail, aynı zamanda sınıfın okumayı en çabuk sökeni, sınıf arkadaşları öğretmenin sorularından saklanırken cevaplamak için en çok el kaldıranı, kara tahtada sözlüye çıkınca tüm seyircilerden geçer not alan sınıfın çalışkan öğrencisi.
İnsan babasının topal olmasını değil de başkalarının topal olmamasını garipsiyor. İçine doğduğun dünya senin normalin oluyor. Bir doktorun evinde doğmak da öyle.
İlçenin doktorunun, kaymakam, belediye başkanı ve askerlik şubesi başkanı ile birlikte protokolde yer aldığı yıllar. Gecenin bir yarısı ilçedeki tek hükûmet tabibini almaya gelen jandarma, hastaların minnet göstergesi yumurta, köy peyniri, bir çuval patates, gelen giden herkesin ağzında saygı dolu bir “doktur bey”.
8-9 yaşlarındayım. Burak olarak değil de “doktorun oğlu” olarak tanıştırıldığım yıllar. Bugünden geriye doğru bakınca, babamın benimle aynı yaşlarda “Dedeoğullarından Mehmet’in oğlu” yerine, “Topal İsmail” diye anıldığını düşünmek hala içimi acıtıyor. İçine doğduğun normal, büyünce ve biraz aile dışına çıkınca bambaşka oluyor. İnsan, ötekinin gözünden kendine, ailesine bakmayı çok çabuk öğreniyor.
Okul bahçesinin talihsizi İsmail için de böyle olmuştur herhalde. Yürürken onu aksatan, sağından iki santim kısa sol bacağı, aile içinde normalken, ötekilerin gözünde onu hep eksik bırakmıştır. İnsan hemen bilir eksikliğini. İnanır eksikliğine, bir şekil kendini kandırır. Bazen “şanssızlık” der, bazense “ne yapalım” der, devam eder. Rahmetli de öyle yapmış herhalde. Devam etmiş. Ben doğduğuma göre aksi pek mümkün değil. 🙂
Öğretmeni, “bırak okusun bu çocuk” demiş dedeme. “Köy yerinde topal derler, kız vermezler. Hem tarlada, toprağın çamurun içinde nasıl olacak bu ayakla?” Babam anlatmıştı bana, her baba gibi en az birkaç kere. “Dersleri iyi. Akıllı da. Bırak okusun.”
İnsan, bazen bir cümlede fark eder ötekiliğini. Rahmetli de babasına verilen, konusu kendisi olan bir öğretmen nasihatinde fark etmiş ötekiliğini. Kendini, bir kez daha ötekilerin gözünden görmüş. Muhtemelen kırılmış, üzülmüş, belki de ağlamış. Ağlamak iyidir. İnsan kendini, kendiyle biraz gözyaşıyla barıştırır. Eğer barışabilirse devam eder. Rahmetli de öyle yapmış herhalde. Devam etmiş.
Bugün şehirde servisle okula giden çocuklara “karşıdan karşıya geçerken elimi bırakma” dediğimiz yaşta tek başına İzmir’e gelmiş. Dedemin ve cumhuriyetin kısıtlı imkanları el vermiş, önce Buca Ortaokulunu, sonra Atatürk Lisesini bitirmiş.
“ODTÜ Matematik bölümüne gitseydim keşke zamanında Ege Tıp yerine” derdi. Doktorluğu severdi de insana laf anlatmak zor gelirdi sanırım. Kim bilir?
Çocukken, o hasta bakarken yanında olurdum. O hasta bakardı, ben de masanın bir kenarında devlet malı saman kağıtlarını pastellerle renklendirirdim.
Kaşeli kağıtlara yazılmış sıra numaraları olurdu masasında. Her hasta, sırasını onunla takip eder, elinde onunla gelir, muayene olurdu. Masa üstünde birikince bana oyuncak olurlardı. “Bir, iki, üç…., yüz bir, yüz iki dizerdim” sıraya.
Hasta geldikçe “ben alacağım numaraları” diye şımarırdım. Yaramazlığın dozu artınca durmam için küçük sebepler verirdi rahmetli. Dayağın herkes için normal olduğu yıllardı. Ya da ne bileyim insanın içine doğduğu dünya normalidir.
Şivesi olmadan, düzgün bir Türkçe ile konuşan babam, bir köylüsü, hele hele yaşlı bir köylüsü geldiyse bir anda Ödemiş ağzına geçer, ilaçları, nasıl kullanacağını anlatırdı:
“Bana bak dayı, bunu zabahlan iççen, bunları da hem zabah hem akşamleyin.”
“Senin istediğin ilaç yok. Kola var ya kola. Bu Pepsi. Aynı ilaç da bununkinin adı Pepsi. Ondan iki paket yazıverdim.”
Ara ara şivesini kullanarak kırk yıldan fazla yıl hizmet etti Ödemişli hemşehrilerine. Daha doğrusu 2 yıl Doğu görevi hariç kırk yıldan fazla. En sevdiği türkülerden birisi idi “Orası Muştur” rahmetlinin. Muş, Varto görevini hatırlattığından sanırım.
Ara ara radyoda “Aman doktor, canım cicim doktor” çalınca bet sesiyle eşlik ederdi bir de. Yüzünde kötü sesine rağmen huzurlu bir gülümseme olurdu mırıldanırken. Biraz daha devam edince şarkı, derinlere dalardı. Kimseye belli etmeden ilkokuldaki Topal İsmail’i mi düşünürdü acaba? Geçmişini, şansızlıklarını ve belki de en büyük şansını.
Babamın ilkokul hikayesini bildim bileli hep kendime şunu sordum:
“Ayağı biraz kısa olmasaydı ne olurdu diye? Yine okur muydu?”
Hikâyeyi dinlediniz. Şimdi size sorayım:
Bir insanın en büyük şanssızlığı aynı zamanda en büyük şansı olabilir mi?
Kesinlikle en büyük şansı.. Bakıyorum da hayatta her şeye sahip olan insanlar daha başarısız oluyor. Ama bir farklılığı olanlar daha başarılı ve azimli oluyorlar.
Belki de sizin şanssızlık dediğiniz şey O'nun ve sonraki kuşakların şansı oldu. Okumayıp aile işlerine devam etseydi siz ve sizden sonrakilerin hayatları da çok farklı olabilirdi. 2000'li yıllarda kelebek etkisi filmi filmi vardı, o geldi aklıma birden..